Altın Yapraklı Ağaç Masalı
Bir zamanlar, gökyüzüne dokunacak kadar uzun, dalları bulutların arasına karışmış bir orman vardı. Bu ormanda her ağaç yeşildi, her yaprak rüzgârla dans ederdi. Ama ormanın tam ortasında öyle bir ağaç vardı ki, onu görenin nefesi kesilirdi: Altın Yapraklı Ağaç.
Bu ağacın yaprakları, güneş vurduğunda altın gibi parıldar, gece olduğunda ise yıldızlar gibi ışıldardı. Ne var ki, hiç kimse bu ağacın yanına yaklaşamazdı; çünkü ağaç bir sırla korunuyordu.
Bir gün, ormanın kıyısında yaşayan küçük bir kız çocuğu vardı: adı Lina. Lina meraklı, neşeli ama yüreğinde kocaman bir cesaret taşıyan bir çocuktu. Her gün ormanda dolaşır, kuşlarla konuşur, çiçeklerle sır paylaşırdı.
Bir sabah, büyükannesi ona şöyle dedi:
— Lina, ormanın derinliklerine fazla gitme. Altın Yapraklı Ağaç’ı arayan herkes, yolunu kaybetmiş.
Lina merakla sordu:
— Gerçekten altın mı büyükannem?
— Kızım, kimse dokunamadı ama herkes onun ışığını uzaktan gördü. Bazıları dilek ağacı olduğuna inanır, bazılarıysa lanetli olduğunu söyler.
Lina o gece uyuyamadı. Pencerenin dışında ay parlıyordu, rüzgâr ise sanki ona fısıldıyordu: “Gel beni bul...”
Ertesi sabah, Lina küçük sepetine biraz ekmek, bir elma ve su koydu. Büyükannesine haber vermeden sessizce evden çıktı. Ormana doğru yürürken, her adımda kuş sesleri yankılandı.
— Hey sincap! dedi Lina. Altın Yapraklı Ağaç’ın nerede olduğunu biliyor musun?
Sincap bir ceviz çiğnerken gülümsedi.
— Biliyorum ama sana söylemem küçük insan. Çünkü oraya gidenler hep geri dönemez.
— Ama ben farklıyım. Ben sadece onu görmek istiyorum.
Sincap, küçük patisini alnına koyup düşündü.
— Peki, eğer karanlık gölün kıyısına kadar gidebilirsen, oradan sonrası kendi kalbinin sesine bağlı.
Lina teşekkür etti ve yürümeye devam etti. Güneş gökyüzünde yükselirken orman daha da karardı. Ağaçlar birbirine yaklaştı, dallar sanki fısıldıyor gibiydi.
Lina sonunda karanlık göle ulaştı. Gökyüzü orada bile yansımıyordu, su simsiyah görünüyordu. Tam geri dönmeyi düşündüğü sırada, gölün ortasında bir ışık belirdi. Altın bir yaprak, suyun üzerinde süzülüyordu!
— İşte o! diye fısıldadı Lina. Altın Yapraklı Ağaç’ın yaprağı!
Ama yaprak gölün ortasına doğru sürükleniyordu. Lina ayakkabılarını çıkarıp suya girdi. Su buz gibiydi ama o kararlıydı. Birkaç adım attı ve yaprağa uzandı. Tam dokunacakken bir ses duydu:
— Dur! İnsan çocuğu!
Su dalgalandı ve gölden bir yaratık çıktı: mavi gözlü, yosun saçlı bir Göl Ruhuydu.
— Burası senin yerin değil. Bu yaprak sana ait değil.
Lina korkudan geri çekildi ama cesaretini topladı.
— Ben sadece ağacı görmek istiyorum. Kimseye zarar vermem.
Göl Ruhu, onun kalbine baktı ve gülümsedi.
— Kalbin temiz… Pekala. Eğer oraya gitmek istiyorsan üç sınavdan geçmelisin.
Ruh, elini göle daldırdı. Suyun içinden gümüş bir kum saati çıktı.
— Bu kum saati dolana kadar burada bekleyeceksin. Ne yaparsan yap, hareket etmeyeceksin.
Lina başını salladı. Beklemeye başladı. Zaman ağır ilerliyordu. Kuşlar uçtu, rüzgâr esti, karanlık çöktü. Bacakları uyuştu, gözleri kapanmaya başladı. Ama sabretti. Son kum tanesi düşünce Ruh tekrar ortaya çıktı.
— Sabırlıymışsın küçük insan. Bu ilk sınavı geçtin.
Ruh, elindeki suyu göğe savurdu. Birden etraf alevlerle doldu.
— Bu ateş illüzyonudur ama seni korkutabilir. Eğer korkarsan kaybolursun.
Lina’nın kalbi hızla çarptı. Ateşlerin içinden fısıltılar yükseliyordu:
“Geri dön Lina… Burada tehlike var…”
Ama o gözlerini kapatıp büyükannesinin sözünü hatırladı:
“Gerçek cesaret, korkunun içinde yürümektir.”
Bir adım attı, sonra bir adım daha. Ve ateş söndü. Ruh gülümsedi.
— Korkunun ötesine geçtin. İkinci sınav tamam.
Ruh bu kez bir kuşu avuçlarına aldı. Kuşun kanadı yaralıydı.
— Bu kuşu iyileştirebilirsen, ağaca giden yolu göstereceğim.
Lina diz çöktü, elindeki su matarasında kalan son damlayı kuşun gagasına damlattı. Ardından elbisesinin kenarından küçük bir parça koparıp yarayı sardı.
Kuş kanatlarını çırptı, gökyüzüne uçtu.
— Teşekkür ederim küçük dostum, dedi kuş. Yolun doğuya doğru, ışığın kalbine git.
Göl Ruhu sessizce eğildi.
— Artık hazırsın Lina. Altın Yapraklı Ağaç seni bekliyor.
Lina doğuya doğru yürüdü. Orman yavaş yavaş aydınlanmaya başladı. Ağaçlar altın renkli ışıkla parlıyor, çiçekler müzik söylüyordu. Derken karşısında devasa bir ağaç belirdi. Yaprakları gerçekten altındandı!
Lina nefesini tuttu.
— Ne kadar güzelsin... dedi.
Birden ağaçtan yumuşak bir ses duyuldu:
— Teşekkür ederim küçük insan. Yıllardır kimse bana dokunmadı.
Lina şaşkınlıkla sordu:
— Sen… konuşabiliyor musun?
— Evet. Ama sadece kalbi saf olanlar beni duyabilir. Sen onları geçtin.
Ağaç, dallarından birini eğdi. Üzerinde bir altın yaprak parlıyordu.
— Bu yaprak senin. Ama bil ki, altın değil; içindeki ışıkla parlar. Eğer bir gün üzülürsen, bu yaprağa bak ve içindeki cesareti hatırla.
Lina yaprağı aldı. Gözlerinden yaşlar süzüldü.
— Sana zarar vermeyeceğim. Söz veriyorum.
— Zaten veremezsin. Gerçek sihir, paylaşınca çoğalır.
Bir anda rüzgâr esti. Yapraklardan altın ışıklar saçıldı. Ağaç, yüzlerce minik kuşun yuvası olmuştu. Lina onlara baktı, içi umutla doldu.
Lina sabah olduğunda geri dönmek üzere yola çıktı. Ormandaki hayvanlar ona gülümsüyor, kuşlar şarkılar söylüyordu. Göl Ruhu ona son kez göründü:
— Unutma Lina, ağacın sırrı altın değil, kalbindeki ışık.
Eve vardığında büyükannesi onu kapıda bekliyordu.
— Neredeydin küçük yaramaz? Çok merak ettim!
Lina kollarını açıp sarıldı.
— Büyükanne… Altın Yapraklı Ağaç’ı gördüm!
— Gerçekten mi?
— Evet ama o düşündüğüm gibi değildi. O bir ağaçtan çok daha fazlası. O kalbini dinleyenlerin aynasıydı.
Büyükannesi gülümsedi.
— Demek sonunda buldun. Ben de gençken gitmiştim oraya. Ve biliyor musun, hâlâ kalbimde o ışık var.
Lina avucundaki yaprağı gösterdi.
O anda yaprak bir an parladı, sonra yavaşça yeşile dönüştü. Artık sıradan bir yaprak gibiydi ama Lina için dünyanın en değerli hazinesiydi.
O günden sonra Lina ne zaman bir çocuğun ağladığını duysa, o altın yaprağı hatırlardı. Onu teselli eder, sevgiyle sarardı. Çünkü artık biliyordu:
Gerçek altın, kalpteki iyiliktir.
Ve her gece, ormanın derinlerinde bir fısıltı yankılanırdı:
— Teşekkür ederim Lina… Işığımı hatırlattığın için.