Obur Balina Masalı

Mine Kaya 319 Okuma Süresi: 9 dk Uyku Getiren Masallar
Obur Balina Masalı

İnci Koyu’nun suları her sabah pamuk köpükleri gibi kabarıp sönerken, mavi gökyüzü denize bir mendil gibi serilirdi. Mercanların içinde saklanan balıklar “günaydın” dedikçe, yosunlar dalgaların ritmine göre dans ederdi. İşte bu masmavi dünyanın ortasında, herkesin “Obur Balina” dediği kocaman, şefkatli ama epey iştahlı bir balina yaşardı. Asıl adı Mavi’ydi; fakat yemek söz konusu olduğunda gözleri pırıl pırıl parladığı için ona “Obur” demişlerdi. Mavi, sabah güneşi doğar doğmaz plankton peşine düşer, öğleyin sardalya sürülerinin kenarında “merhaba” deyip, akşamüstü de yosunlu kaya diplerine uğramayı ihmal etmezdi.

Bir gün, fındık kabuğu kadar küçük ama yüreği okyanus kadar geniş olan bir hamsi, Mavi’ye doğru cıvıldaya cıvıldaya yüzdü. Adı CıpCıp’tı; çünkü konuşmayı çok severdi.

CıpCıp: “Mavi! Yani, Obur Balina! Bugün deniz çayırlarında şenlik var, birlikte gidelim mi?”

Mavi (gülerek): “Şenlik mi? Şenlikte yiyecek var mı?”

CıpCıp: “Olmaz mı! Kabarcık limonatası, yosun sarması, denizpırasılı salata… Ama şenlik sadece yemek demek değildir, birlikte olmanın sevincidir.”

Mavi: “Birlikte olmanın sevinci… Hmm… Kulağa güzel geliyor. Ama ben çok acıktım, önce karnımı doyurayım.”

CıpCıp gözlerini devirip güldü. “Tamam, ama aşırı kaçırma, olur mu?” dedi.

Mavi’nin karnı guruldadı. “Ben ne zaman aşırı kaçırmışım?” diye sordu. CıpCıp, yüzgeçleriyle yanındaki mercanı işaret etti. Mercanın üzerinde dün akşamdan kalma, yarısı yenmiş bir yosun pastası duruyordu.

CıpCıp: “Dün gece, ‘sadece tadına bakayım’ dedin. Sonra ‘bir parça daha’ dedin. En son ‘son kez’ dedin ve… pastanın yarısı gitti.”

Mavi (utangaç): “O… küçük bir dilimcikti… Belki birkaç dilimcik.”

İnci Koyu’nun yaşlı bilgesi, Dede Kaplumbağa, o sırada ağır ağır yüzerek yanlarına geldi. Kabukları eski deniz haritaları gibi çizgilerle doluydu.

Dede Kaplumbağa: “Günaydın, denizin gençleri. Sohbete kulak misafiri oldum. Obur evladım, miden tok olsa da kalbin aç kalmasın.”

Mavi: “Kalp de acıkır mı Dede?”

Dede Kaplumbağa: “Elbette. Sevgiye, paylaşıma, söze ve gülüşe acıkır. Sadece mideni doyurduğunda, kalbin hâlâ ‘daha, daha’ der. İşte o ses bazen açlık sanılır.”

Mavi bu sözleri düşündü. İçinde bir yer, sanki dip akıntısı gibi hafifçe kıpırdadı. O gün şenliğe gitmeye karar verdi. Şenlik deniz çayırlarının arasında kurulmuştu; balıklar kabarcıklarla süsler yapmış, deniz atları incecik kurdeleler bağlamış, deniz yıldızları da parıldayan bir yol çizmişti.

Yosun Perisi (ince bir sesle): “Hoş geldin, Mavi! Obur Balina diye ün salmışsın ama bugün paylaşmanın şenliğidir.”

Mavi (gülümseyerek): “Paylaşmak… Ben de bir şey getirmeliyim o halde.”

CıpCıp: “İşte bu! Kendi yaptığın kabarcık çorbası nasıldır?”

Mavi: “Ben hiç çorba yapmadım.”

Yosun Perisi: “Öğrenmek için harika bir gün.”

Böylece Mavi, CıpCıp ve Yosun Perisi birlikte kabarcık çorbası yaptı. Mavi büyük ağzıyla suyu çekip çekip sıcak akıntıların üstünden geçirerek minik kabarcıklar oluşturdu, CıpCıp da içine ufak deniz pırasaları doğradı. Çorbanın kokusu tüm koyu sardı. Herkes sıraya girip birer yudum aldı.

Minik Ahtapot: “Mmmm! Köpük gibi hafif!”

Mavi (gururla): “Beğenmenize sevindim.”

Şenlik sürerken, bir sürpriz oldu. Ufuk çizgisinden gri bulutlar gözüktü, rüzgâr kuyruğunu çırpan bir balık gibi hızlandı. Dalgalar yükseldi. Denizin üstünde fırtına, altında ise bir telaş başladı.

CıpCıp (endişeyle): “Fırtına geliyor!”

Dede Kaplumbağa: “Herkes sığınaklara! Mercan Mağarası güvenlidir.”

Mavi, iri gövdesiyle dalgalar arasında salınırken bir şey fark etti: Kıyıya yakın, çakıl taşlarının üstünde, bir sürü yavru denizatı dalgaya kapılmak üzereydi.

Mavi: “Hey! Sıkı tutunun, sizi koruyacağım!”

Yavru Denizatı: “Korkuyoruuuz!”

Mavi, kocaman gövdesini bir duvar gibi onların önüne koydu. Dalgalar vurdu, köpükler savruldu. Mavi’nin kalbi hızla çarpıyordu; karnı aç değildi ama yüreği başka bir açlıkla doluydu: Birine iyi gelme açlığı.

Fırtına sürerken, Mavi aniden ağzına takılan tuhaf bir çekiş hissi duydu. Ağzını kapatmıştı ama dişlerinin arasında sert, plastiğe benzeyen bir şey vardı: İnsanlardan kalan eski bir balık ağı, kıyıdan kopup dalgalarla sürüklenmiş, Mavi’nin ağzına dolanmıştı. Nefesi kesilir gibi oldu.

Mavi (boğuk): “Mmm… Yardım…”

CıpCıp (çığlık atarak): “Dede! Mavi’ye bir şey oldu!”

Dede Kaplumbağa ve Minik Ahtapot hemen geldi. Ahtapotun kolları becerikliydi.

Minik Ahtapot: “Sakin ol, Mavi. Ağı çözeceğim. Nefesini yavaşlat.”

Dede Kaplumbağa: “Okyanus, panikleyen kalbi değil, sabreden kalbi dinler.”

Mavi derin, ağır bir nefes almaya çalıştı. Ahtapot ince ince düğümleri çözdü, Yosun Perisi de sihirli pırıltılarıyla ağı yumuşattı. Birkaç dakika sonra Mavi özgürdü.

Mavi (derin bir nefesle): “Teşekkür ederim… Ben hep kendimi doyurmakla meşguldüm, meğer denizin de bana ihtiyacı varmış.”

CıpCıp (gülerek): “Hem bize, hem senin çorbana!”

Fırtına dinip güneş bulutların arasından gülümseyince, Mercan Mağarası’ndan herkes çıktı. Deniz, bir şey öğrenmiş gibi daha sakin akıyordu. O günün anısına, İnci Koyu’nda “Paylaşım Panosu” kuruldu. Herkes panoya bir söz yazdı. Mavi de düşündü, düşündü.

Mavi: “Şuna ne dersiniz: ‘Midem tok olunca, kalbimi de doyuracağım: Paylaşarak.’”

Dede Kaplumbağa: “Bilgeliğin büyüdü, Obur evladım.”

Mavi: “Artık bana Mavi deyin, olur mu?”

CıpCıp: “Mavi Balina Şef! Çünkü çorban efsane!”

Günler geçti. Mavi, her sabah önce göğe bakmayı, sonra kalbine sormayı alışkanlık edindi: “Bugün kimi sevindirebilirim?” Bir sabah, denizin derinlerinden hüzünlü bir şarkı geldi. İz sürüp gidince, bir kayanın dibinde ağlayan bir denizkızı buldu. Saçları yosunlara dolanmış, gözleri sular kadar maviydi.

Mavi: “Neden ağlıyorsun, denizkızı?”

Denizkızı: “Şarkımı kaybettim. Fırtınada notalarım dağıldı; artık söylediklerim karanlığa karışıyor.”

Mavi: “Benim karnım çok tok olduğunda şarkılarım da kaybolur; ama kalbim doyduğunda melodilerim geri gelir. Birlikte arayalım.”

Denizkızı: “Melodiler nasıl bulunur ki?”

Mavi: “Bazen dinleyerek.”

Mavi ve denizkızı sessizce dinlediler. Dalgaların ritmi, uzaklarda sıçrayan yunusların kahkahası, mercanların çıtırtısı… Hepsi birer nota gibi yerli yerine oturdu. Denizkızı gözyaşlarını sildi.

Denizkızı: “Duyuyorum… İlk notam ‘da’, sonra ‘mi’… Ah, işte!”

Mavi (neşeyle): “Söyle! Ben de eşlik ederim.”

Denizkızı şarkıya başladı, Mavi de derin bariton sesiyle alt melodiyi tuttu. Su, gökyüzü, kum ve mercan birlikte titreşti; şarkı, İnci Koyu’nun yeni sabah marşı oldu.

CıpCıp (uzaktan): “Bravo! Yeni bir şarkımız var!”

Yosun Perisi: “Herkes duydu, herkes öğrendi.”

O günün akşamı, Mavi bir karar aldı: Kendi iştahını gizemli bir güce dönüştürecek, “oburluğunu” kocaman bir cömertliğe çevirecekti. Bunun için de “Dalgacık Sofrası” adını verdiği bir gelenek başlattı. Her gün gün batımında kocaman ağzıyla rüzgârı doğru yönlendirip küçük kabarcık kaseleri oluşturuyor, kaselerin içine denizden topladığı ama asla aşırıya kaçmadığı yiyecekleri paylaştırıyordu: Bir avuç plankton, üç yaprak yosun, birkaç tane kabuklu meyve.

Mavi: “Her kase, bir gülüşle dolsun!”

Minik Ahtapot: “Ve her gülüş, bir teşekkürle!”

Dede Kaplumbağa: “Ve her teşekkür, daha büyük bir paylaşıma.”

Bir gün, uzaklardan yeni bir konuk geldi: burnunda siyah lekeleri olan bir yunus, adı Fiskiye’ydi. Su üstünde çılgın taklalar atmayı severdi ama çok hızlı yaşadığı için çoğu zaman yorulur ve şaşkın kalırdı.

Fiskiye: “Hey, ‘Obur’ mu demeliyim, ‘Mavi’ mi? Şu Dalgacık Sofrası efsanesini duydum. Hızlı bir kahvaltı alabilir miyim? Çok işim var da.”

Mavi (gülümseyerek): “Burada hızlı değil, huzurlu kahvaltı var. Otur, nefes al, birlikte yiyelim.”

Fiskiye (şaşırarak): “Nefes almak mı? Ben genelde iki lokma alıp ‘fırt’ diye giderim.”

CıpCıp: “İşte belki de sorun orada. Tadını kaçırıyorsun.”

Fiskiye önce homurdandı, sonra Mavi’nin yanına oturup kabarcık kâsesinden bir yudum aldı. Gözleri parladı.

Fiskiye: “Vaaay… Bu kadar basit bir şey nasıl bu kadar güzel olur?”

Mavi: “Basit olan bazen en cömert olandır.”

Fiskiye (mahcup): “Ben de paylaşabilir miyim? Sürat yaparken topladığım parlak midyelerim var.”

Mavi (sevinçle): “Elbette! Soframız paylaştıkça büyür.”

Günler bu şekilde akıp giderken, bir sabah denizin derinlerinden uğursuz bir karanlık yükseldi. Eski bir geminin batığından sızan bir gölge, mercanların üstüne düşüyor, renklerini solutuyordu. Koyu, ince bir duman gibi yayılan bu gölge, balıkların yolunu şaşırtıyor, yosunları uyuşuk bırakıyordu. Herkes paniğe kapıldı.

CıpCıp: “Ne yapacağız? Renklerimiz gidiyor!”

Yosun Perisi: “Şarkılarım fısıltıya döndü…”

Dede Kaplumbağa: “Gölge, korkudan beslenir. Korku büyürse gölge de büyür.”

Mavi: “Öyleyse gölgeyi ışıkla doyurmalıyız. Ama nasıl?”

Denizkızı: “Şarkımızı söyleyelim. Gölgeye değil, birbirimize bakalım.”

Fiskiye: “Ben de suyu karıştırıp kabarcıklar ile ayna yaparım!”

Minik Ahtapot: “Ben de kollarımla gölgenin içine desen çizerim; desenleri görünce gölge bölünecek.”

Herkes işe koyuldu. Mavi derinlerden aldığı nefesi, sanki dev bir mızıka çalar gibi ritimle üfledi; kabarcıklar yükseldi, Fiskiye onları hızla sürükleyip gölgenin üstüne bir kabarcık göğü serdi. Denizkızı şarkısını yükseltti, Yosun Perisi parıltılarını serpti. Minik Ahtapot desen desen kalpler çizdi. Gölge, önce şaşırdı; sonra irkildi; en sonunda da dağıldı. Mercanların rengi geri geldi, yosunlar yeniden kıkırdadı.

CıpCıp: “Başardık!”

Mavi (mutlulukla): “Birlikteyken doymayan kalp yok.”

O akşam, İnci Koyu’nda büyük bir kutlama yapıldı. Herkes, Mavi’ye “Obur Balina” demeyi bırakmıştı. Onun yerine yeni bir ad buldular: “Cömert Mavi.” Ama Mavi gülümsedi ve başını salladı.

Mavi: “İsmim ne olursa olsun, önemli olan her gün kalbimi doyurmak.”

Dede Kaplumbağa: “Ve başkalarının kalbine de pay bırakmak.”

Fiskiye (kahkahayla): “O zaman hazır mısınız? Hızlı değil, huzurlu bir tur atıyoruz!”

Gecenin sonunda, CıpCıp Mavi’ye yaklaşarak fısıldadı:

CıpCıp: “Sen ilk geldiğinde sadece yemek düşünürdün. Şimdi gözlerinde başka bir ışık var. Bu ışık nereden?”

Mavi: “İçeriden. Peki sence bu ışık neyden yapılmış?”

CıpCıp (gülerek): “Kabarcık çorbası, biraz şarkı, bolca arkadaş ve… bir tutam cesaret.”

Mavi: “Bir de ‘yeterince’ kelimesi.”

CıpCıp: “Yeterince?”

Mavi: “Evet. ‘Yeterince’ yemek, ‘yeterince’ dinlenmek, ‘yeterince’ paylaşmak. Fazlası mideni yorar, azı kalbini üşütür. ‘Yeterince’ ise seni dengeler.”

CıpCıp bu sözleri panoya yazdı: “Yeterince, kalbin pusulasıdır.” Mavi ise ertesi günün sofrası için yeni bir tarif düşündü: “Gülüşlü Yosun Sarması.” Tarif basitti: Önce bir gülüş, sonra bir teşekkür, sonra da bir sarma. Çünkü teşekkür eden bir gülüş, en zor denizi bile yumuşatırdı.

Ertesi sabah, güneş mercanların üstünde gümüş parçacıkları gibi parıldarken, Mavi denizin yüzüne çıktı. Ufukta ince bir bulut, suyun içinde taze bir gün. Kendi kendine mırıldandı:

Mavi: “Günaydın, deniz. Bugün kimi sevindirsem?”

Denizkızı (uzaktan): “Söyleyerek sevindir!”

Fiskiye: “Gülerek sevindir!”

Minik Ahtapot: “İlmek ilmek sevindir!”

Yosun Perisi: “Parıldayarak sevindir!”

CıpCıp: “Ve, elbette, paylaşarak sevindir!”

Mavi kocaman ağzını açtı, ama bu kez acıktığı için değil; derin, sakin bir nefes almak için. Nefesi tüm bedeni dolaştı, kuyruğundan çıkıp suya karıştı. Kalbinin içinde ılık bir dalga yayıldı. Bir zamanlar “daha, daha” diyen ses, şimdi “yeterince ve birlikte” diyordu.

Günler birbirini kovaladı. Mavi, denize her baktığında kendini değil, kendisiyle birlikte denizi gördü. Paylaşmayı öğrendikçe oburluk yavaşça kabuk değiştirdi; meraka, şefkate, cesarete dönüştü. Hatta bir gün, yeni gelen küçük bir balinaya yemek konusunda rehberlik etti.

Küçük Balina: “Hep yemek düşününce aklım karışıyor.”

Mavi: “O zaman şu soruyu sor: ‘Gerçekten aç mıyım, yoksa kalbim mi bir dosta uzanmak istiyor?’”

Küçük Balina: “Bazen yalnız hissediyorum.”

Mavi: “İşte o zaman mideni değil, sesini kullan: ‘Benimle yüzer misin?’ de.”

Küçük Balina: “Benimle yüzer misin, Mavi?”

Mavi (gülerek): “Elbette.”

İkisi birlikte suyun üzerinde halkalar çizdi. O halkalar kıyıya vurdu, kıyıdaki çocukların çıplak ayaklarına dokundu. Çocuklar kahkahalarla zıpladı, ellerini denize salladı. Aralarından biri, bir taşın üzerine küçük harflerle şunu kazıdı: “En tok an, birlikte güldüğün andır.”

O akşam, İnci Koyu’nun en güzel yıldızları ortaya çıktı. Yıldızlar suyun yüzüne yansıyınca, sanki gökyüzü bir kap, deniz de o kabın ikizi olmuştu. Mavi, suların kucağında hafifçe salınırken, kalbinin içindeki o sıcak dalgayı dinledi. Çevresindeki dostlarını düşündü: CıpCıp’ın neşesini, Dede Kaplumbağa’nın bilge yavaşlığını, Denizkızı’nın şarkısını, Fiskiye’nin hızını, Minik Ahtapot’un zarif kollarını, Yosun Perisi’nin pırıltılarını…

Mavi (fısıltıyla): “Teşekkür ederim.”

Deniz (kabarcıklarla cevap verir gibi): “Rica ederim.”

Ve masal burada bitmedi. Çünkü her sabah, İnci Koyu’nda yeni bir sofra kuruluyor, yeni bir şarkı söyleniyor, yeni bir gülüş paylaşılıyordu. Oburluk, bir masal sözcüğüne dönüşmüş; gerçeği ise şöyle fısıldıyordu: “Kalbini doyurursan, dünya sofrana sığar.”

CıpCıp (son bir kahkahayla): “Ve sofranın en tatlı yemeği… birlikte olmaktır!”

Yazıyı Paylaş: