Kız Kulesi Masalı
Denizin kalbinde yalnız bir kule yükselirmiş. Dalgalar her sabah onun taş duvarlarına dokunur, martılar onun tepesinde döner dururmuş. Bu kule, insanların “Kız Kulesi” dediği, gizem dolu bir yerdi. Ama kimse o kulede ne olduğunu tam bilmezmiş.
Bir sabah, Boğaz’ın karşı kıyısında yaşayan küçük bir kız, Elif, pencereden denize bakarken babasına seslenmiş:
— Baba! O kulede kimse var mı gerçekten?
— Eskiden bir prenses yaşarmış orada kızım, ama şimdi boş.
— Neden orada yaşamış ki? Evleri yok muydu?
— Rivayete göre, kaderinden kaçmak için oraya kapatılmış. Ama her rivayet biraz yalan, biraz gerçektir.
Elif’in gözleri merakla parlamış. Kız Kulesi’ni her gün gören ama hiç dokunamayan bu küçük kız, o günden sonra bir karar vermiş:
Bir gece gizlice oraya gidecek ve içindeki sırrı öğrenecek.
O gece ay, denizin üzerinde gümüş bir yol çizmiş. Elif, küçük bir sandal alıp sessizce kıyıya inmiş.
Küçük elleriyle küreklere asılmış, kalbi heyecanla çarpmış.
— Sadece bir bakıp döneceğim… demiş kendi kendine.
Ama içten içe biliyormuş ki, artık geri dönmek o kadar kolay olmayacak.
Rüzgarın uğultusu ve suyun hışırtısı arasında kuleye vardığında, kapısı hafifçe aralıktı.
Kule, sanki onu bekliyormuş gibi sessizdi.
— Merhaba? Orada kimse var mı?
Hiç ses çıkmamış.
Yalnızca içeriden yankılanan bir mırıltı duymuş:
— “Hoş geldin, Elif…”
Elif donakalmış.
— Kim… kim konuştu?
— Benim… bu kulenin kalbi.
Duvarlardan yankılanan ses bir anda parıldayan bir ışığa dönüşmüş. Işık, kulenin ortasında şekil almış:
Bembeyaz elbiseli, saçları deniz dalgaları gibi kabaran bir kız: Prenses Lale.
Elif gözlerini kocaman açmıştı.
— Sen... hayalet misin?
— Hayır küçük dostum, ben bu kulenin ruhuyum. Bir zamanlar burada yaşardım.
— Neden burada yaşamışsın?
Lale derin bir nefes almış.
— Babam, kehanetlere inanırdı. Bir kahin, “Kızın yılan sokmasından ölecek,” demişti. Babam da beni korumak için denizin ortasına, bu kuleye kapattı. Ama kaderden kaçılmazmış…
Elif’in gözleri dolmuş.
— Gerçekten yılan mı soktu seni?
— Evet… ama hikâyem sadece acıyla bitmedi. Çünkü bu kule, zamanla benim kalbim oldu. Denizle konuşmayı, rüzgarla şarkı söylemeyi öğrendim.
— Peki neden hâlâ buradasın?
— Çünkü biri beni gerçekten anladığında, özgür olacağım.
Elif, Lale’nin gözlerine bakmış.
— Ben seni anlıyorum. Kimseyi suçlamamışsın, kimseye kızmamışsın. Hâlâ gülüyorsun.
— Gülmek, bazen ağlamaktan daha güçlüdür küçük dostum.
Lale yavaşça gülümsemiş.
Denizin yüzeyine baktıklarında, sudaki ay yansımış.
Lale elini Elif’in kalbine koymuş:
— Artık bu kule seni tanıyor. Onunla konuşabilirsin.
Ertesi sabah, Elif gözlerini açtığında hâlâ kulenin içindeydi.
Ama Lale ortalarda yoktu.
Sadece duvarlardan hafif bir ses geliyordu:
— Elif, korkma… ben hep buradayım.
Elif, kuş seslerini duyunca pencereden dışarı bakmış.
Kulenin etrafında martılar dans ediyor, deniz pırıl pırıl parlıyordu.
Birden taşların arasında bir şey dikkatini çekmiş:
Küçük bir taş kalp. Üzerinde deniz tuzu kristalleri vardı.
Elif onu eline almış:
— Bu sen misin Lale?
— Evet. Kule benim kalbimi saklıyordu. Artık sen buldun.
Elif taş kalbi göğsüne bastırmış.
— Söz veriyorum, seni unutmayacağım. Herkesin seni bilmesini sağlayacağım.
— O zaman özgürüm artık. Ama unutma Elif… bazen sevgi, bir yeri terk etmeden de özgür bırakır.
Lale’nin sesi rüzgârla birlikte kaybolmuş.
Kulede yalnızca dalgaların şarkısı kalmıştı.
Elif sabahın ilk ışıklarıyla karaya döndü.
Babası telaşla onu karşıladı.
— Elif! Neredeydin sen bütün gece? Delirdim korkudan!
— Kız Kulesi’nde… Lale ile konuştum baba.
— Lale mi? O eski masalı mı diyorsun?
— Hayır baba, o gerçekti. Kule hâlâ yaşıyor. Orada sevgi var, hikâye var!
Babası kızının gözlerindeki ışığı görünce susmuş.
Belki de bazı şeylere inanmak gerekiyordu.
O günden sonra Elif her hafta sonu Kız Kulesi’ne gitmiş.
Yanında küçük not defteriyle oturur, denize bakarak yazarmış:
“Bugün rüzgar Lale’nin sesinde gülümsedi.”
“Martılar bana ‘merhaba’ dedi, tıpkı onun gibi.”
“Kule artık yalnız değil.”
Yıllar geçmiş, Elif büyümüş.
Bir gün gazetede “Genç yazar Elif Yılmaz’dan: Kız Kulesi’nin Kalbi” adlı kitabın çıktığı yazıyormuş.
Kitabın kapağında denizin ortasında yalnız bir kule ve önünde küçük bir kız çocuğu varmış.
Altında da şu söz yazılıymış:
“Gerçek yalnızlık, kimsenin seni anlamaması değil;
senin kimseyi anlamaya çalışmaman demektir.”
Okuyan herkes, o kitapta bir sihir olduğunu hissedermiş.
Çünkü sayfalar arasında, Lale’nin rüzgarı esermiş.
Her cümlede dalgaların sesi duyulur, her noktada denizin tuzu hissedilirmiş.
Bir gün, Elif yeniden kuleye dönmüş.
Rüzgâr saçlarını savurmuş, dalgalar ayaklarını okşamış.
Elini taş duvara koymuş ve fısıldamış:
— Lale… ben geldim.
Rüzgâr gülümsemiş gibi esmiş.
Martılar bir anda havalanmış.
Ve deniz, iki kalbin buluştuğu gibi parlamış.
O günden sonra insanlar Kız Kulesi’ne her geldiklerinde, kulenin tepesinde denize bakan bir figür görür olmuşlar.
Kimine göre bir ışık, kimine göre bir rüya.
Ama bazıları fısıldarmış:
— Bu, Elif ve Lale’nin hikâyesi. Kule artık yalnız değil.
Kız Kulesi o günden sonra hiçbir zaman sessiz olmamış.
Çünkü deniz, hâlâ Lale’nin adını söylermiş.
Ve her küçük çocuk, Elif gibi gökyüzüne bakarken içinden geçirirmiş:
“Bir gün ben de o kuleyle konuşacağım.”