Aslan Kral Masalı
Uzak diyarlarda, sonsuz savanların arasında, gökyüzüne uzanan büyük bir kaya vardı. Bu kaya, ormanın en güçlü hayvanı olan Aslan Kral Arion’un tahtıydı. Arion altın renkli yelesiyle sabah güneşinde parlar, gökyüzü sanki onunla birlikte uyanırdı. Ama bir süredir, güneş o kadar parlak doğmuyordu… Çünkü “Güneşin Kalbi” adı verilen kutsal taş kaybolmuştu. O taş olmadan ormanın dengesi bozuluyor, gece ile gündüz birbirine karışıyordu.
Bir sabah Arion, gökyüzündeki solgun güneşe bakarak iç çekti. Yanında duran bilge baykuş Orfis, yumuşak bir sesle konuştu:
— “Majesteleri… Güneşin Kalbi olmadan ışık geri dönmeyecek. Bir şeyler yapılmalı.”
Arion gözlerini kısıp uzaklara baktı.
— “Kim cesaret eder de ormanın kalbini çalar? Bu topraklardaki her canlının hayatı o taşla nefes alıyor.”
O sırada genç bir aslan yavrusu, Luno, kayaların arkasından çıkıp cılız sesiyle atıldı:
— “Ben bulurum baba! Güneşin Kalbi’ni geri getiririm!”
Orfis kanatlarını çırptı, hafifçe güldü.
— “Ah Luno, sen daha avlanmayı bile yeni öğreniyorsun. Bu tehlikeli bir yolculuk.”
Ama Arion’un gözleri parladı. Oğlunun cesareti içini ısıtmıştı.
— “Bırak yapsın Orfis. Cesaret, kralın kalbinde küçük yaşta filizlenir.”
Luno, annesi Nala’nın vedalaşan bakışları arasında yola koyuldu. Güneş bulutların arkasında saklanıyor, rüzgâr tozlu otları hışırdatıyordu. Bir süre sonra, neşeli bir ses duydu.
— “Hey koca yele! Nereye gidiyorsun öyle aceleyle?”
Sesin sahibi, pembe burunlu bir mirket olan Tiko idi. Yanında da tombul bir yaban domuzu, Pumbaa vardı.
— “Güneşin Kalbi kayboldu, onu bulmaya gidiyorum.” dedi Luno kararlı bir sesle.
Tiko ellerini beline koydu.
— “Vay be! Biz de sıkılmıştık zaten, biraz macera fena olmaz!”
Pumbaa burun kıllarını sallayarak homurdandı.
— “Ama Tiko, en son macerada dikenli bir çalının içinde üç gün kalmıştık…”
— “Olsun!” diye bağırdı Tiko. “Bu sefer dikkatli oluruz. Hem küçük aslana yardım etmek eğlenceli olacak!”
Üçlü, birlikte güneşin kaybolduğu vadilere doğru yola koyuldu. Yol boyunca çöl fırtınaları, kurumuş nehir yatakları ve hırlayan sırtlan sürüleriyle karşılaştılar.
Bir gece kamp ateşi etrafında otururken Luno derin bir nefes aldı.
— “Babam gibi güçlü olabilecek miyim?”
Tiko sırtını ateşe yasladı, elindeki küçük böceği ağzına attı.
— “Güç, kükremekte değil dostum. Güç, korksan bile adım atmaktır.”
Pumbaa kıkırdadı.
— “Tiko, bunu bir atasözü kitabından mı duydun, yoksa yine uydurdun mu?”
Tiko somurtarak cevap verdi.
— “Belki de bilge bir mirketin kalbinden geldi!”
Luno gülümsedi. O an içindeki korku biraz azaldı.
Ertesi sabah, karanlık bir ormanın girişine geldiler. Gökyüzü griydi, ağaçların dalları pençe gibi birbirine dolanmıştı. Orfis’in sözleri Luno’nun aklında yankılandı: “Karanlıktan korkma, çünkü ışık karanlıktan doğar.”
Ormanın ortasında, sislerin içinde büyük bir taş kapı vardı. Kapının üzerinde eski bir yazı parlıyordu:
“Kalbi olmayan, kalbi arayamaz.”
Tiko şaşkınlıkla sordu:
— “Ne demek bu şimdi?”
Luno derin bir nefes aldı.
— “Yani eğer içimde korku varsa, Güneşin Kalbi’ni bulamam. Cesur olmalıyım.”
O an kapı kendi kendine açıldı. İçeriden sıcak, altın renkli bir ışık süzüldü. Üçlü temkinli adımlarla içeri girdi. Duvarlar parlayan taşlarla süslüydü, ortada büyük bir havuz ve içinde yüzen ışık topları vardı. Ama bir köşede gölgelerin arasında bir figür kıpırdadı.
Bu, karanlıkta parlayan gözleriyle Kara Pençe adında hain bir leopardı.
— “Demek Aslan’ın oğlu gelmiş…” diye tısladı. “O taş, artık benim! Güneş bana hizmet edecek!”
Luno öne atıldı.
— “O taş ormanın kalbidir, senin hırsın değil!”
— “Küçük kükremelerinle beni korkutamazsın!” diye güldü Kara Pençe.
Bir anda havaya sıçradı, keskin pençeleriyle Luno’ya saldırdı. Luno geri çekildi ama kuyruğuna bir darbe aldı. Tiko hemen bir taş fırlattı.
— “Hey benekli! Biraz da bana saldır!”
Leopar ona döndüğünde Pumbaa ileri atıldı ve devasa gövdesiyle Kara Pençe’yi duvara çarptı. Gök gürler gibi bir ses yankılandı.
Luno, fırsatı değerlendirip taşın bulunduğu sunağa koştu. Işıltılı taş, yavaşça kalp gibi atıyordu.
— “Sen ormanın kalbisin…” dedi fısıldayarak.
Taşa dokunduğu anda etrafı altın ışık sardı. Taş parladı, orman yeniden aydınlandı. Kara Pençe korku içinde geri çekildi, gözleri kamaştı.
— “Hayır! Bu kadar güç… benim olmalıydı!” diye haykırdı ama taşın ışığı onu karanlığa sürükledi. Ve bir anda yok oldu.
Luno, Güneşin Kalbi’ni dikkatlice kükreyen bir ışığın içinde taşıyarak döndü. Ormanın hayvanları toplanmıştı; Arion gururla oğluna baktı.
— “Sen sadece bir prens değil, artık gerçek bir kral oldun.”
Luno başını eğdi.
— “Ben tek başıma yapmadım baba. Tiko ve Pumbaa yanımdaydı.”
Tiko göğsünü kabarttı.
— “Eh, biz olmasak kim seni kurtaracaktı, değil mi?”
Pumbaa gülerek ekledi:
— “Ama dürüst olalım, ben olmasam leopar seni tek lokmada yutardı!”
Herkes kahkahalarla güldü. O sırada gökyüzünde güneş yeniden doğdu. Işık Arion’un yelesine vurduğunda sanki altın tozları dans ediyordu.
Nala yavrusuna sarıldı, gözleri dolmuştu.
— “Seninle gurur duyuyorum, Luno.”
Luno annesinin yanaklarını okşadı.
— “Işığı kaybetsek bile, kalbimizdeki cesaret asla sönmemeli, değil mi anne?”
— “Evet yavrum… Gerçek kral, kalbinde ışığı taşıyandır.”
O günden sonra savanlar yeniden yeşerdi, hayvanlar huzur içinde yaşadı. Ve her sabah güneş doğarken, ufukta yankılanan güçlü bir kükreme duyulurdu:
“Hakuna matata!” diye bağıran Tiko ve Pumbaa’nın sesiyle birlikte…
Böylece Aslan Kral Luno’nun hikâyesi, cesaretin, dostluğun ve sevginin karanlığı bile yenebileceğini gösteren bir efsane olarak anlatılmaya devam etti.
Çocuklar geceleri yıldızlara baktığında hâlâ o kükremeyi duyarlar; çünkü her yürekte bir “Güneşin Kalbi” vardır.